9 Haziran 2016 Perşembe

Gezi yazısı/Kapadokya 2.gün

  Balon seyahatinin güzelliğinden mest olmuş haldeydik..Yorgunduk ama mutluyduk.Otelin leziz ve bol çeşitli kahvaltısını yaparken bir yandan da tura katılmayan arkadaşlara neler kaçırdıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorduk.
   Saat onda otel lobisinde buluşup gezimizin ikinci gününe kaldığımız yerden devam etmek üzere Selim beyle sözleşmiştik.Kahvaltıdan sonra oda anahtarlarımızı resepsiyona teslim edip bu güzel otelde ağırlanmaktan duyduğumuz mutluluğu ve teşekkürlerimizi görevli personele ilettikten sonra Selim beyi beklemeye başladık.
     Rehberimiz Selim bey tam vaktinde gelmişti.Servis otobüsüne binip ilk durağımız olan ıhlara vadisine doğru yola koyulduk.
    Ihlara vadisi Göreme'den yaklaşık 1 saat 15 dakikalık mesafedeydi.Yol boyunca Selim Bey Geziyle ilgili bir şeyler anlattı ama ben erken kalktığımdan uyuya kaldım ve hiç bir şey anlamadım. Allah'tan konuşmayı ve tekrar etmeyi seven bir adamdı da kaçırdıklarımı gezi sırasında tekrar anlatınca öğrenme fırsatı buldum.
   Müze kartlarımızla giriş yaptığımız,Hasan dağının püskürtmesi sonucunda oluşan Ihlara Vadisi,Melendiz çayının milyonlarca yıllık bir aşındırma sonucunda yaklaşık 14 km. uzunluğunda ve yüksekliği yer yer 110 metreyi bulan Dünyada eşi bulunmayan bir vadi halini almış.
    14 km.lik vadinin sadece 7 km sini gezme şansımız oldu.Kuş seslerine akarsuyun ve kurbağaların o rahatlatıcı sesi de eklenince tüm stresimiz ve yorgunluğumuz kayboldu.Tam da yer yarılmış içine girmiş deyimine uyan bir yerdeydik.Yüce Yaratan ,dağların arasını oyup ortasına akarsu yerleştirmişti sanki .Dağa benzeyen dev kayalar milyonlarca yıl önce oluşan lav ve kül tabakasıydı.Büyük depremler sonucunda Hasan dağından kopan kayalar da  onlara eşlik ediyordu.Kayaların arasında şırıldıyan Melendiz çayının tanecikleri,hafif esen rüzgar sayesinde yüzümüze çarpıp,yürürken bize serinlik sağlıyordu.Ağaçların arasında dolaşan kuşlar ise şarkılarıyla bize hoş geldiniz diyorlardı.Cennet gibi bir yerdi burası.Bir saatten fazla yürüdük,merdivenlerden indik,çıktık,köprüden geçtik ama hiç yorgunluk hissetmedik.Taa ki..akarsu üzerinde tahtalardan yapılmış,kilim desenli kırlentlerle döşenmiş,dinlenme çardaklarını görünceye kadar.Yorgunluğumuza demli bir çay iyi gelecekti.
   Selim Bey, dinlenmemiz için on dakika süre vermişti.bu manzaranın ve çayın keyfini on dakikada çıkaramayacağımızı O da biliyordu.Yaklaşık yarım saat dinlenmeden sonra vadide bulunan yerleşim yerlerini ve kiliseleri gezmeye başladık.Buradaki kiliseler ve evler aynı Göreme açık hava müzesindekiler gibiydi.Frenksler burada da kilise duvarlarını süslüyordu ve buradaki resimlerin de yüz ve gözleri oyulmuştu.Masa ve sandalyeler taştan zemine oyulmuştu.Buradaki mutfakta da tandır kuyusu bulunuyordu.Ayrıca burada diğerlerinden farklı olarak daha büyük kilise ve öğrencilerin yetiştirildiği okul olarak kullandıkları tahmin edilen yapılar vardı.
     Bu güzellikten artık ayrılmamız gerekiyordu.Vadi çıkışında bizi bekleyen otobüsümüze binip ikinci durağımız olan yeraltı şehrini gezmek için yola koyulduk.
    II.yüzyılda yaşayan Hıristiyanlar Romalıların zulmünden kaçmak için Derinkuyu yeraltı şehrini inşa etmişler.Yeraltı şehrini uzun yıllar dışarı çıkılmayacak şekilde tasarlamışlar.Şaraphaneden tuvaletlere,havalandırma bacalarından manastırlara,su kuyularından toplantı odalarına kadar en ince ayrıntıları düşünmüşler ve kayaları elleriyle oyarak yeraltı şehirlerini tam 300 yılda tamamlamışlar.800 yıl süren medeniyetlerini yer altında Romalılardan kaçarak yaşamışlar.
   Sadece bir insanın geçebileceği genişliğindeki tünellerle şehirlerini birbirine bağlamışlar.Tünellerin giriş çıkışlarına güvenlik nedeniyle taş silindirler yerleştirmişler.Bu silindirler yedi kişinin döndürdüğü bir mekanizma sayesinde açılıp kapanıyormuş.
     Selim Beyin anlattığına göre,insanlar Romalılardan kaçıp yer altında yaşamaya karar verdiklerinde bütün her şeylerini,hayvanlarını bile yer altına indirmeye karar vermişler.Yanlız atları indirememişler ve dışarıda bırakmak zorunda kalmışlar.Bölgeye gelen Romalılar terkedilmiş atları görünce ganimet olarak kabullenmişler.Buraya güzel atlar diyarı anlamına gelen Katpatuka adını vermişler ve zamanla bölgenin adı Kapadokya olmuş.
    Yeraltı müzesinden dışarı çıktığımızda,o insanların nasıl yer altında yaşadıklarını hayal etmeye çalışıyordum.Hiç güneş yüzü görmeden,ölüm korkusuyla,ama o döneme göre lüks içinde tüm ihtiyaçlarını kendilerinin karşıladığı 800 yıl süren bir medeniyet, dile kolay......
      Artık akşam oluyordu.Kayseri'ye gitmemiz gerekiyordu.Rehberimizle vedalaşıp Kayseri'ye doğru yola çıktık.Akşam yemeği için Kayseri'de meşhur olan Develi cıvıklısı denilen pide tarzında bir yiyecekte karar kıldık.İncecik açılan pide hamurunun içinde satır kıymasından bir içle hazırlanan cıvıklı adının geldiği hafif ıslaklığın ne olduğunu bulamadığım nefis bir yiyecekti
       Kayseri'ye gelmişken pastırma ve sucuk almadan gitmek olmaz diyerek son olarak sucuk ve pastırma çeşitlerinin bol olduğu bir mağazadan yaptığımız alışverişle gezimizi tamamlamış olduk.
       Yarım saatlik rötarın ardından uçağımız İstanbul'a vardığında,üzerimde yirmi dört saatlik bir uykusuzluk ve iki günün yorgunluğu vardı ama mutluydum.....



 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder