27 Ekim 2015 Salı

Özgürlük nedir aslında.......


   Özgürlük güzel şey;Tek başına hareket edebilmek,kendi kararlarını kendi verebilmek,yardımsız yürüyebilmek,tek başına yemek yiyebilmek.......

    Kiminin aklına maddi bağımsızlık gelir özgürlük deyince,kiminin aklına hürriyet.Bazısı tek başına yaşamayı özgürlük sayar,bazısı mutlu yuvasında sağlıklı olmayı.Ne şekilde düşünürsek düşünelim özgürlük güzel şey!...
  
  Benim içinse özgürlük,bana bağımlı insanlar olmadan yaşamaktır hayatta.Düşünsenize etrafınızda siz olmadan yaşamını idame ettiremeyen birilerinin varlığını,size bağımlı,size muhtaç.Hem kendi hayatınızdan sorumlusunuz hem de onunkinden.
  
  Hani çok bilinen bir karikatür vardır özgürlüğü anlatan,Uçsuz bucaksız denizin ortasında dengede duran iki kafes ve biri kafesin içinde,biri kafesin üstünde iki beyaz güvercin.Kafesin içindeki güvercin, yemin cazibesine kapılmış, pervasızca hareket edip tutsak olmuş, yardım dilenen gözlerle arkadaşına bakıyor.Diğer güvercin ise  daha temkinli davranıp kafesin içindeki yeme kanmayıp,akıllılık ederek kafesin üstüne konmuş,arkadaşının nasıl bu kadar dikkatsiz olabildiğine anlam veremiyor.Aslında bu güvercinin unuttuğu bir şey vardı.Kendini akıllı sanan bu güvercin  kafesin üstüne konarak hayatının hatasını yapmıştı.Kafesteki yemle tutsak olmamıştı belki ama  dengedeki diğer kafese konarak özgürlüğünü kaybetmişti.. Çünkü uçmaya niyetlenince kafeslerdeki denge bozulacak ve arkadaşı suya batıp canından olacaktı.Arkadaşının hayatı onun özgürlüğü seçip seçmemesine bağlıydı.

   İşte birinin size bağımlı olması tam da bu karikatürde anlatılan hikayeye benzer.Ne tam anlamıyla tutsaksınızdır. ne de tam anlamıyla özgür.
 
    Eğer yatalak bir hastanız varsa ona tutsaksınızdır;bilirsiniz ki siz olmadan o da olmaz,siz giydirmeden o giyinemez.Ya da maddi yönden size bağımlı birisi varsa hayatınızda siz çalışmıyorsanız,paranız yoksa onun da parası yoktur.
 
  Ya da tam tersini düşünün siz birine bağımlı olabilirsiniz hayatta,birine tutsak birine muhtaç.
Ebeveynlikteki sorumluluğumuzu kefenin diğer tarafında bırakıyorum.Çünkü çocuklarımızı isteyerek dünyaya getiriyoruz,planlıyorıuz ve programlıyoruz,Başımıza geleceklerden haberdar bir şekilde sokuyoruz onları hayatımıza biz onlara bağımlı değiliz,onlara hayatta kalmayı öğreten,kendi ayakları üzerinde durmayı gösteren emanetçileriz.
    Tabi zorunluluklar olabilir hayatta ,elimizde olmadan birine bağlanabiliriz,biri bize bağlanabilir.Bunlar olabilir,olacaktır da.İşte bu noktada sabır ve tevekkül devreye girer ki.....En zoru da budur aslında, Allah katında en makbul olanı...

   Allah kimseyi ,kimseye bağlı bırakmasın.Ve bu durumda olanlara da sabır versin,Cennetinde baş köşeye koysun

16 Eylül 2015 Çarşamba

Bir kırmızı ışık hikayesi



   Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur.Bu,okulda öğretilen,klasik,zorunlu müfredat atasözüydü benim için.Anlamını sorgulamamıştım hiç,İki kere iki dört eder gibi farkında olmadan öğrenmiştim,diğer öğrenmesi gerekli!!! bilgiler gibi.Nereden çıkmış,kim demiş,neden demiş hiç merak etmemiştim.
  
    Ama anladım..Hiçbir bilgi gereksiz değilmiş,hiçbir atamız boşuna söz söylemezmiş.Her tanıştığımız insan zihnimizin tozlu raflarında bir yer bulurmuş kendine ,zamanı gelince hatırlanmak üzere.Ama o zaman, ne zaman gelir, nasıl gelir bilinmezmiş...

    Neden takıldım bu atasözüne bu kadar,anlatayım dostlar.........
 
    Dört yıl önce, yirmi yıl oturduğumuz Maltepe'den Sancaktepe'ye taşınmıştık.Orada kurulmuştu arkadaşlıklar,dostluklar.Çocuklarla birlikte şekil değiştirdi,okullarla araya mesafeler girdi,taşınmayla birlikte de tozlu raflara kalktı ama unutulmadı,unutulamazdı.

    Bir buçuk yıl kadar önce rutin market alışverişimi yapmış eve dönerken, sitenin girişindeki kırmızı ışıkta duran bir otomobil dikkatimi çekmişti.Gayri ihtiyari içindekilere baktım.Geçmişten gelen O kadınla,taaa Maltepe'de çocuklarımız anaokulundayken tanışmıştık, araya mesafeler girince de unuttuğumu  sanmıştım.Unutmamışım aslında, tozlu raflarda durup, zamanının gelmesini bekliyormuş gün yüzüne çıkmak için.O kısacık zaman diliminde, sadece O'nun da Sancaktepe'ye taşındığını öğrenebilmiştim.Ama nereye ,ne zaman öğrenemeden yeşil ışıkla beraber ,tekrar tozlu raflardaki yerini almıştı..Nerede oturuyor ,bir daha görebilecek miyim bilmiyordum ama yakınlarda bir yerlerde geçmişten birileri vardı ve bu beni mutlu etmişti.
  
   Geçen hafta gelen bir telefonla artık zamanın geldiğini anladım.Hatıralar inecekti tozlu raflardan.Temizlenecek,tazelenecek ve hep taze kalacaktı.

    Kırmızı ışıktaki arkadaşımdandı gelen telefon.Bir kaç eski arkadaşla düzenli olarak buluşuyorlarmış.Benim de aralarında olmamı istemişler,Zaten kırmızı ışık sayesinde nerede oturduğumu biliyormuş,sosyal medyadan da telefon numaramı bulup beni davet etmek istemiş.

  Dağ dağa değil ama insan insana kavuşmuştu işte.Davete icabet etmemek olmaz.Peygamberimizin sünneti ne de olsa;içimde kıpır kıpır bir heyecanla,üstelik doğum günümde O arkadaşımın, bize sadece yürüme mesafesindeki evine gittim.Ve yıllardır görüşmediğim diğer arkadaşlarla birlikte eskilerden konuştuk.

   Başka bir boyuta taşınmıştı arkadaşlıklar.Anaokullu O çocukların anneleri, üniversiteli gençlerin anneleriydi artık.Biraz yaşlanmış,biraz tozlanmış olsakda kaldığımız yerden devam etti arkadaşlığımız.
  Atalarımız ne güzel söylemiş:
 
 DAĞ DAĞA KAVUŞMAZ İNSAN İNSANA KAVUŞUR 

23 Temmuz 2015 Perşembe

KORKUYORUM


 Bugün kendimi arafta kalmış gibi hissediyorum.Bulutlu bir gökyüzüne dayanmış merdivendeyim sanki,yukarı çıktıkça alttaki basamaklar kayboluyor ve sisler içinde ben...
 KORKUYORUM.........

 Geçmişe dönüp baktığımda sisler ardından kendi çocukluğumu,ilkokul arkadaşlarımı,lise yıllarımı hatırlıyorum.Ne çok günler yaşamışım ,ne çok insan tanımışım.Daha doğduğu günlerini hatırladığım yeğenlerimin askerlik fotoğraflarını görünce gözlerim doluyor..
   KORKUYORUM......

Olduğum yerden kaybolan basamaklara bakıp bebekleri görüyorum.Sonra yukarı baktığımda o bebeklerin bebekleri olduğunu görünce...
   KORKUYORUM.......

Bir taraftan çocuklarım büyüdüğü için gurur duyuyorum,sonra yolun yarısını geçtiğimi düşününce
  KORKUYORUM........

Heyyy!!! diyorum kendime,daha gençsin gençleri cebinden çıkarırsın.Ama koca adamlar bana teyze deyince....
 KORKUYORUM......

Otobüste insanlar bana yer versinler diye gözlerinin içine bakıyorum; sonra da yaşlı kadın gibi görünmekten....
  KORKUYORUM......
 
Hem gençlerle vakit geçirmek istiyorum; hem de onların uğraştıkları şeyler bana zevk vermeyince.....
  KORKUYORUM......

Çocuklar bir an önce büyüyüp kendi yuvalarını kursunlar diyorum;sonra kayınvalide olacağım aklıma geliyor....
 KORKUYORUM.....

Etrafımdaki insanlar bana akıl danışınca mutlu oluyorum;ama çocuklar ''sen anlamazsın anne''dediklerinde......
 KORKUYORUM......

  Çocuklar artık bana bağımlı değiller diye seviniyorum;sonra bu bağımsızlık beni yalnızlığa götürüyor.....
   KORKUYORUM....

  Bir tarafım mutlu,bir tarafım hüzün dolu,kendime dönüp soruyorum acaba ben yaşlanmaktan mı....
  KORKUYORUM.....

 BUGÜN KENDİMİ ARAFTA KALMIŞ GİBİ HİSSEDİYORUM.....

13 Haziran 2015 Cumartesi

NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR

       Uzun zamandır bloğuma yazı yazmadığımın farkındayım.Ama konu sıkıntısı çekiyorum şu sıralar.Sıradan bir ev hanımıyım sonuçta,öyle çok ekşınlı günlerim olmuyor çocuklar büyüdüğünden beri.Geçen bir arkadaş toplantısında bu sıkıntımdan bahsedince bir arkadaşım''Ramazan geliyor.Ramazandan bahsetsene''deyince beynimde şimşekler çaktı,ilham melekleri her tarafımı  sardı.Ramazanla ilk tanıştığım günlere taaa çocukluğuma gittim.
    Ramazan ayı 33 senede bir aynı zamana denk geldiğinden benim çocukluğumda da uzun yaz günleri oruçlu geçiyordu.O ramazan ayında teyzemin bizimle aynı yaşlardaki oğlu ve kızı tatilini geçirmeye bize gelmişlerdi.Anneme bizi de sahura kaldır diye tembihlemiştik.Ama annemin çağırmasına gerek kalmadan ramazan davulcusunun sesiyle uyanmıştık.Çocuk halimizle kolay zannediyorduk.Ne olacaktı bir gün yemek yemezsek sanki.Ama o uzun ve sıcak yaz günlerinde oruç tutmak bir çocuk için hiç de kolay değildi.Hele de benim gibi çelimsiz bir çocuk için daha da dayanılmaz bir hal alıyordu.Ama sahura kalkmıştık bir kere geri dönüşü yoktu.Hem oruç bozmanın çok büyük cezasının  olduğu biliyorduk ve bu cezanın başımıza gelmesini istemiyorduk.

      Öğlene doğru teyzemin oğlu ''aman banane ''deyip orucunu gözümüzün önünde bozdu.Sonra da kızlara karşı iradesiz duruma düşdüğünden midir.O büyük cezanın korkusundan mıdır bilinmez pişman oldu.Ama zamanı geri alamazdı, oruç bozulmuştu bir kere ,onun için tek çaresi bizim de irademizi kırıp orucumuzu bozdurtmak olacaktı.Bunun için de elinden geleni yapıyordu .Sıcak yaz günlerinde karşımıza geçip soğuk soğuk karpuzlar mı yemedi,açlığımızın tam dibe vurduğu saatlerde patates kızartmaları mı yemedi.Ne yaptıysa ne ettiyse olmadı,biz üç kız dimdik durduk bozmadık orucumuzu.

   Ama hiçte kolay olmadı tabii,hem sıcak,hem açlık,hem de yaramaz kuzen bayağı yordu bizi.Uzun günün büyük bölümünü uykuda geçirdik ,artık sevmediğimiz yemekleri bile baklava börek yerine yiyecek hale gelmiştik.İftar yaklaşırken annem oyalanalım diye bizi bakkala yollamıştı.Sanki kıtlıktan çıkmışız gibi bisküi kraker depolamıştık.Balkonda iftar topunun atmasını heyecanla bekliyorduk.Ama iftar olunca bir tanesini bile yiyememiştik. İftarda hem teyzemin oğluna karşı verdiğimiz savaşı kazanmanın mutluluğunu, hemde o çocuk halimizle açlığa dayanıp tuttuğumuz orucun iç huzurunu unutamam.
  
   Bir ramazan ritüeli olan mukabele  babaannemin hoca kız kardeşi başkanlığında her sene amcamların evinde okunurdu.Bazı günler bende katılırdım.Kuran okumayı her sene yaz tatilinde gittiğim kuran kursunda küçük yaşta öğrenmiştim.Mukabeleye gitmeyi seviyordum.Çünkü koca koca kadınların içinde, o küçücük halimle, çok zor bir şeyi başarıyormuş edasıyla oturmak hoşuma gidiyordu. Hele bir de teyzeler aferin sana dedikçe gururum okşanıyor ,başım bulutlara değiyordu sanki.Akşamları teraviye gitmek diğer çocuklarla kıkırdaşmak demekti.Nasılsa büyükler namazı bozup bize kızamıyorlardı .Biz yarı namaz kılıp yarı kıkırdayıp çocukluğumuzun verdiği yaramazlık hakkımız kullanıyorduk,namazın sonunda da büyüklerden azarı işitiyorduk ama olsun,o kısacık kıkırdama yaramazlığı bizi mutlu etmeye yetiyordu.

   Bayramlar da ayrı bir güzeldi.Arefeden başlardı telaş.Bizim ev köy mezarlığına yakın olduğu için mezarlığa gelenler bizde bir soluklanır, dinlenir, namaz kılar öyle evlerine giderdi.Bu da bizim evde ekstra temizlik, ekstra düzen demekti.Allahtan ikramlık sıkıntımız o gün için yoktu.Bayram günü erken kalkılır,bayramlıklar giyilir,  misafirlerin gelmesi beklenirdi.Her ne kadar babam kardeşlerin en küçüğü olsa da Babaannem  bizde kaldığı için misafirler bize gelirdi..

   Şimdiki çocuklar şanssız bence,ne ramazanlar eski ramazan,ne bayramlar eski bayram artık.Davul sesi olmadan sahur,İftar topu patlamadan iftar yapıyoruz.Bayram tatili demek ,şimdilerde evde uyumak demek,iş yorgunluğunda biraz nefes almak demek.Yaza gelen bayramlar ekstra deniz tatili demek.Artık doğduğumuz yerde doymadığımız için sıradan bir telefon mesajıyla geçiştirdiğimiz bayramlar aileden uzakta ,yalnız ve olması gerekenden heyecansız,sıradan bir günden bile daha sıradan geçiyor.

    İster istemez ramazan klişesi geliyor insanın aklına,

AHH! NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR,O ESKİ BAYRAMLAR.

30 Mart 2015 Pazartesi

Reşit bir oğlum var artık....


   İlk bebeğimi kaybettiğimde yaşadığım hayal kırıklığından bahsetmiştim.O iki sene süren boşluk duygusunu bastırmak için gittiğim kurslar ,edindiğim arkadaşlar,okuduğum kitaplar hiçbir işe yaramadı.Çivi çiviyi söker misali tekrar bir bebek sahibi olmayı çok istememize rağmen, psikolojik midir nedir bir türlü olmuyordu ve biz hayal kırıklığından kurtulmak isterken daha da beter hayal kırıklığı yaşıyorduk.

    Artık umudumuzu kestiğimiz bir anda, aldığımız müjdeli haberle, bütün karamsarlıklar uçup gitti,hayatımızda bembeyaz bir sayfa açıldı.Acımızı unutmadık,unutamazdık tabii ama hafifletebilecektik sonunda.

 Temkinli davranmak zorundaydık,acı bir gerçekle bunu öğrenmiştik.Kontroller, tahliller hat safhadaydı.Yatak,kıyafet gibi hazırlıkları doğum sonrasına ertelemiştik.Acaba.... yoksa.... buda mı........gibi düşünceleri bir türlü kafamızdan atamıyorduk.
  Doğum yapacağımız hastane konusunda eşimle anlaşamıyorduk bir türlü.O, bir önceki doğumun gerçekleştiği Zeynep Kamil diye ısrar ediyordu.Ben ise tekrar aynı olayı yaşamak istemiyordum.Aslında haklıydı,çünkü o şartlarda en iyi yeni doğan yoğun bakım ünitesi oradaydı ve gene bebeğimize bir şey olur da yetiştiremezsek endişesini taşıyordu.Hastanenin kapasitesi ancak kendine yetiyordu ve dışarıdan hasta kabul edemiyorlardı.(On sekiz sene önce öyleydi).Sonunda ikna oldum.Açtığımız beyaz sayfaya negatif düşünceler ,olumsuzluklar yazılmayacaktı. Geçmişe takılıp geleceğimizi karartmanın anlamı yoktu.Acımı, kalbimin derinliklerine gömüp arada bir sızlamasına izin vermekten başka çarem yoktu.

   İki kat bekleyiş,İki kat hasret,İki kat sevgiyle geçen dokuz ay 30 MART 1997 SAAT 14.10 da sona erdi.Artık oğlum kucağımdaydı.Benim yavrum mu bu, kucağımdaki küçücük canlı.Kısık gözlerle nerede olduğunu anlamaya çalışan,çirkin suratlı, ama bana göre dünyanın en güzel bebeği.Ne kadar çok bekledim seni, ,ne kadar çok istedim..Allah'ım sana şükürler olsun..

   Dokuz ay nasıl geçecek derken,tam 18 sene geçmiş .Ne çabuk geçti ,nasıl geçti anlamadım.Daha dün gibiydi seni kucağımda taşıdığım günler.Şimdi kocaman adam oldun beni kucağında taşıyorsun...Artık reşit bir bireysin.Kendi kararlarını verebilecek,kendi seçimlerini yapabilecek yaştasın.Hayatının bu ikinci dönemeci sana hep mutluluk getirsin.
   
  Allah'ın  verdiği en güzel hediyesin bana,Alparslan'ın annesi olmak, bu dünyadaki ulaşabileceğim en büyük mertebe benim için.Oturuşunla,duruşunla,tavrınla hep gurur duydum seninle.Sen benim ilk göz ağrım,yaralarıma merhem,evimize neşe oldun.Hayal kırıklığımın ilacı,monoton günlerimin eğlencesi canım oğlum.DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN..SENİ ÇOK SEVİYORUM.......

8 Mart 2015 Pazar

ben hangisine inanayım

       

 Geçen yazımda oğlumun ayağındaki problemden bahsetmiştim.Üç hafta alçıda kalması gerekmişti hani.Üç hafta sonunda alçı çıktı.Çıktı ama bizim de kafamız karıştı.Neden mi? Durun anlatayım.Alçıyı çıkarttık, doktor iyileşip iyileşmediğinden emin olmak için tekrar MR.istedi. Özel hastane işte tabi MR isticek deyip elimiz mahkum çektirdik.Sonucu radyolojiden,soluğuda doktorda aldık.Merakla iyileşti artık gözünüz aydın, haydi doğruuuuu maça demesini bekledik.Ama öyle olmadı tabiii.Henüz iyileşmemiş ama eskiye göre iyileşme göstermiş.Ne şimdi bu? iki bilinmeyenli denklem gibi.İyileşmiş mi iyileşmemiş mi. Bu doktorlar neden böyle konuşurlar anlamadım gitti.Üç ay daha ayağını basmasın,sıcak suyla masaj yapın üç ayın sonunda iyileşmezse ameliyat ederiz ,rahat yürümesi için aşil botu diye bir aparat satılıyor ondan alın dedi.Eveeetttt kapitalist canavar burada da karşımıza çıktı.

     Kös kös eve geldik suratlar asık kafalar karışık.Ya üç ay sonunda iyileşmezse boşuna beklemiş olmaz mıyız?Ameliyat mı ettirsek acaba?Ama ya iyileşecekse bu sefer boşuna mı ameliyat ettirmiş oluruz?uuuuuuffff iki ucu kakalı değnek:)

   Baktım olmayacak MR sonucunu maille  tanıdık bir ortopedi doktoruna attım.O da patolojik bir durum söz konusu olabilir hemen size tavsiye edeceğim ayak bileği konusunda uzman olan bir doktora gidin dedi.Haydaaaa...patolojik ne demek?(Gugul babaya sordum ,normal seyrinde iyileşme göstermeyen hastalık demekmiş)Endişelenmem gerekiyor mu? Önemli bir şey ki acil gidin dedi.Offf karışık olan kafam daha da karıştı.Hemen tavsiye edilen doktora ulaşmaya karar verdim.Doktor Marmara Eğitim Araştırma Hastanesinde çalışıyor dolayısıyla 182 randevu sisteminden randevu almam gerek, ama iki hafta sonraya ancak randevu verebiliyorlar. Benim o kadar vaktim yok çünkü acil dendi bir kere, iki gün içinde gidemezsem ayağı kopacak sanki:)Ne yapmalıyım ne yapmalıyım internetten araştırmalara başladım.Doktorun adı var nasılsa bir şekilde bulurum,ama yok, doktor adına ulaşabileceğim bir numara yok. Sadece hastanenin telefonu var.Onu aradığımdaysa meşgul hep meşgul.İnatla aradım ve sonunda doktorun asistanına ulaştım.Tanıdık aracılığıyla arıyorum dedim asistanı doktorun sadece perşembe günü öğlene kadar hastanede olduğu ve tanıdıklara aradan baktığını söyledi.İsterseniz gelin bekleyin dedi.Gitmem mi giderim tabi.Bu arada  doktorun mail adresini buldum.Tanıdık vasıtasıyla ona ulaştığımı acil olarak görüşmek istediğimi yazdım sonuna da MR sonucunu ekledim.Beklemeye başladım.Aradan iki ya da üç saat geçti mailime cevap geldi.''Bu MR sonucuna  göre endişelenecek bir durum yok merak etmeyin ,bu ortopediden  daha çok fizik tedaviyle ilgili bir durum''yazıyordu.Oh be rahatlamıştım. uzman işte bak nasılda biliyor işini.
   
     Ama öyle maille felan olmaz, hazır randevuyu almışım birde yüz yüze baksın deyip soluğu bu sefer hastanede aldık.Bir buçuk saatlik beklemeden sonra bize sıra geldi.Kendimi tanıttım maille size ulaşmıştım dedim.Bende size benlik bir durum olmadığını söylemiştim demez mi.Bu çocuğun ayağında bişe yok.Bas bakiimm oğlum.Hızlı bas hızlı,kooşşşş.ama doktor bey acıyo felan dinlemiyor.Acıcak tabi üç hafta alçıda kalmış aman ağrımasın diye de bastırmamışsınız.Buz uygulayın geçer, bas oğlum sende....
   
    Eee... noldu şimdi doktorun biri sıcak uygulayın dedi.diğeri buz.Biri üç ay basmasın dedi,Diğeri koş oğlum.Bizim karmakarışık olan kafalar arap saçına döndü

    Şimdi soruyorum size dostlar.Bu tıp fakültelerinde tedavi şekilleri hastaya göre mi ,kişiye göre mi anlatılıyor.Yani benim canım buz tedavisi uygulamak istiyor deyip hastaya o mu tavsiye ediliyor.Yada tam tersi size sıcak masaj yakışır  deyip öylemi reçete yazılıyor.
 

   Şimdi doktor arkadaşlar ban kızacaklar biliyorum.O kadar sene dirsek çürüttük, başımızda saç kalmadı. Bu iş bu kadar kolay değil, diyecekler ama bana da hak verin. Gittiğim birinci doktor,hem iyileşmiş hem iyileşmemiş dedi,danıştığım ikinci doktor patolojik olabilir acil dedi,üçüncüsü iyileşmiş dedi.Biri buz uygula dedi,diğeri sıcak masaj dedi.Biri üç ay basmasın dedi,diğeri koşabilirsin bile dedi Sonuç: oğlumun ayağı hala acıyor ve hala yanında yol arkadaşları olarak koltuk değnekleriyle geziyor.

 Söyleyin bana dostlar ben şimdi hangisine inanayım.......

3 Şubat 2015 Salı

Şükretmek lazım

    Geçen hafta içi geç denebilecek bir saatte oğlumun yatılı kaldığı okuldan gelen bir telefonla canımız bayağı sıkıldı.Futbol oynarken ayak bileğinin bağlarını zedelemiş apar topar hastaneye götürmüşler.Muayene,röntgen derken yarım alçı yapılıp on gün sonra kontrole gidilmek şartıyla hastaneden çıkış verilmiş.Mışlı bahsediyorum olanlardan çünkü öğretmeni ilgilendi bizim hastaneye gitmemize gerek görülmedi ama ben evde hop oturup hop kalktım.Niye arabaya atlayıp gitmediğimi de hala anlamış değilim.Gene soğukkanlılık damarım bastı galiba ,ertesi gün bir çift koltuk değneği alıp okula götürdüm.
   On gün sonra kontrole gittiğimizde alçı çıkarıldı MR çekildi ve MR sonucunu almadan basmaması gerektiği ve koltuk değnekleri kullanmaya devam etmesi gerektiği söylendi ve işte bu yazının konusu da o zaman oluştu.
    Oğlum ayağı alçılı koltuk değnekleriyle,futbol oynarken ayağını sakatlamış yaramaz bir çocuk gibiydi gözümde,on gün sonra alçı çıkacak ve eskisi gibi yürüyebilecekti.Başka bir şey düşünmemiştim,koltuk değneklerinin verdiği zorluğu ve hareketlerindeki kısıtlılığı görmüyordum.Ama alçıyı çıkarıp koltuk değnekleri kullanmaya devam edince gözlerimin önündeki perde birden açılıverdi.Karşımdaki o yaramaz çocuk gitmiş,yerine doğuştan yürüme engelli bir çocuk gelmişti sanki.Allahım düşüncesi bile şok etti beni, kendimi çok aciz hissettim, birden etrafımdaki insanlar bana ve oğluma bakıp bakıp gülüyorlarmış gibi geldi.Sonra bu durumda olan engelli insanlar ve onların fedakar anneleri aklıma gelince düşüncelerimden utandım.Bu durumda olan yüzlerce insan var, hayatları boyunca koltuk değneklerine ya da tekerlekli sandalyeye bağlı,dimdik ayakta duran, bizim yapamadıklarımızı engelli halleriyle başaran yüzlerce insan.
      Ama sokaklarımız bu engelli insanlar için hiç uygun değilmiş, bunu da bu on günde idrak etmiş oldum.Mesela koltuk değnekleriyle merdiven çıkmak çok zor ve zahmetli.Resmi dairelerdeki yer döşemeleri de çok kaygan,koltuk değnekleri kayıyor dolayısıyla düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsun.Kaldırımlar ayrı bir sıkıntı.Bir de ayakkabı meselesi var tabii eğer ayağının biri engelliyse bir çift ayakkabıya boşuna para vermiş oluyorsun.Giymediğin tekini boşuna satın alıp yepyeniyken çöpe atmak zorundasın.Dualı kefen bile icat edilip piyasaya sunulan kapitalist zamanda bunun düşünülmemiş olması çok garip.Tek tek ayakkabı yapabilirler mesela, sağ tek ya da sol tek ,hangisine ihtiyaç varsa onu yarı fiyatına almak daha mantıklı değil mi sizce de.
Eğer koltuk değnekleri kullanıyorsan en zor olanı da hem yürüyüp hem de aynı anda mesaj çekemiyor olman(bunun sokaklarla pek ilgisi yok ama yeri gelmişken bahsetmek istedim.)
      Bizim engelli durumumuz gün gelecek  bitecek. Allah hayatlarını bu şekilde sürdürmekte olanlara yardım etsin.Bu zor durumun üstesinden geldikleri için de onlara, benim gibi cahillik edipte bir an bile gocunmadan,utanmadan dimdik ayakta duran fedakar annelerine cennet kapılarını açsın.Vücudumuzdaki her bir sağlam organımız için bin kere, yüz bin kere ,milyon milyon kere.şükürler olsun ALLAHIM...
    Not:Çekilen MR sonucunda üç hafta daha alçıda kalmasına uygun görüldü ve kesilen yarım alçı bütün alçı olarak yenilendi.