17 Haziran 2016 Cuma

Son karne günü

 
   Çocukların doğduğu gün hayatımızda yeni dönemlerin başlangıcıdır aslında.İki kişilik hayatımız büyümeye başlamış ve artık çocuklu aile dönemine girilmiştir.Çocuklar büyüdükçe arkadaş çevremiz gelişir ve onun annesi,onun babası dönemine girmişizdir farkında olmadan.Sonra okul dönemi başlar ki bu uzun soluklu bir dönemdir ve hiç bitmicek sanılır.
   Benim için de hiç bitmicek dediğim okul dönemi tam 13 yıl önce başladı.Sayısız okul günlerimiz oldu kah güldük ,kah ağladık.Veli toplantıları hep bir merak ve heyecan içinde geçti.Pazar akşamları ayrı bir telaş yaşandı bizim evde,banyolar yapıldı,üniformalar ütülendi.Sabahları'' yaaa anne beş dakka daha '' nidaları yükseldi evde.Servise geç kalma korkusu yaşandı hep.Karne günleri önemli günler fihristimizde yer aldı uzun süre, karneyle beraber takdir ya da teşekkür belgelerinin yolu gözlendi.
    Ta kiii.....bu  güne kadar.Bugün oğlum karne almaya gittiğinde bir hüzün doldu içime.Bu son karne günümüzdü.Artık veli toplantılarına gitmeyeceğim.Pazar akşamları üniforma ütülemek zorunda kalmayacağım.Takdir ve teşekkür gelmeyecek artık eve,sabahları servise yetişme telaşı olmayacak artık.
   Ama bunlar hayatın tadı tuzuymuş aslında,Yaşamın gayesiymiş,Monoton gibi görünen hayatımızın gizli aktiviteleriymiş, 13 yıl boyunca monoton dediğim hayatım aslında eğlenceli ve dopdoluymuş.
    Her son yeni bir başlangıçtır aslında.Şimdi ne olacak yerini ne dolduracak? Bilmiyorum ama,Pek bi hüzünlüyüm bugün.Son karnemiz ve son takdir belgemiz,inşallah yerini başka mutluluklara ve güzelliklere bırakır.

9 Haziran 2016 Perşembe

Gezi yazısı/Kapadokya 2.gün

  Balon seyahatinin güzelliğinden mest olmuş haldeydik..Yorgunduk ama mutluyduk.Otelin leziz ve bol çeşitli kahvaltısını yaparken bir yandan da tura katılmayan arkadaşlara neler kaçırdıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorduk.
   Saat onda otel lobisinde buluşup gezimizin ikinci gününe kaldığımız yerden devam etmek üzere Selim beyle sözleşmiştik.Kahvaltıdan sonra oda anahtarlarımızı resepsiyona teslim edip bu güzel otelde ağırlanmaktan duyduğumuz mutluluğu ve teşekkürlerimizi görevli personele ilettikten sonra Selim beyi beklemeye başladık.
     Rehberimiz Selim bey tam vaktinde gelmişti.Servis otobüsüne binip ilk durağımız olan ıhlara vadisine doğru yola koyulduk.
    Ihlara vadisi Göreme'den yaklaşık 1 saat 15 dakikalık mesafedeydi.Yol boyunca Selim Bey Geziyle ilgili bir şeyler anlattı ama ben erken kalktığımdan uyuya kaldım ve hiç bir şey anlamadım. Allah'tan konuşmayı ve tekrar etmeyi seven bir adamdı da kaçırdıklarımı gezi sırasında tekrar anlatınca öğrenme fırsatı buldum.
   Müze kartlarımızla giriş yaptığımız,Hasan dağının püskürtmesi sonucunda oluşan Ihlara Vadisi,Melendiz çayının milyonlarca yıllık bir aşındırma sonucunda yaklaşık 14 km. uzunluğunda ve yüksekliği yer yer 110 metreyi bulan Dünyada eşi bulunmayan bir vadi halini almış.
    14 km.lik vadinin sadece 7 km sini gezme şansımız oldu.Kuş seslerine akarsuyun ve kurbağaların o rahatlatıcı sesi de eklenince tüm stresimiz ve yorgunluğumuz kayboldu.Tam da yer yarılmış içine girmiş deyimine uyan bir yerdeydik.Yüce Yaratan ,dağların arasını oyup ortasına akarsu yerleştirmişti sanki .Dağa benzeyen dev kayalar milyonlarca yıl önce oluşan lav ve kül tabakasıydı.Büyük depremler sonucunda Hasan dağından kopan kayalar da  onlara eşlik ediyordu.Kayaların arasında şırıldıyan Melendiz çayının tanecikleri,hafif esen rüzgar sayesinde yüzümüze çarpıp,yürürken bize serinlik sağlıyordu.Ağaçların arasında dolaşan kuşlar ise şarkılarıyla bize hoş geldiniz diyorlardı.Cennet gibi bir yerdi burası.Bir saatten fazla yürüdük,merdivenlerden indik,çıktık,köprüden geçtik ama hiç yorgunluk hissetmedik.Taa ki..akarsu üzerinde tahtalardan yapılmış,kilim desenli kırlentlerle döşenmiş,dinlenme çardaklarını görünceye kadar.Yorgunluğumuza demli bir çay iyi gelecekti.
   Selim Bey, dinlenmemiz için on dakika süre vermişti.bu manzaranın ve çayın keyfini on dakikada çıkaramayacağımızı O da biliyordu.Yaklaşık yarım saat dinlenmeden sonra vadide bulunan yerleşim yerlerini ve kiliseleri gezmeye başladık.Buradaki kiliseler ve evler aynı Göreme açık hava müzesindekiler gibiydi.Frenksler burada da kilise duvarlarını süslüyordu ve buradaki resimlerin de yüz ve gözleri oyulmuştu.Masa ve sandalyeler taştan zemine oyulmuştu.Buradaki mutfakta da tandır kuyusu bulunuyordu.Ayrıca burada diğerlerinden farklı olarak daha büyük kilise ve öğrencilerin yetiştirildiği okul olarak kullandıkları tahmin edilen yapılar vardı.
     Bu güzellikten artık ayrılmamız gerekiyordu.Vadi çıkışında bizi bekleyen otobüsümüze binip ikinci durağımız olan yeraltı şehrini gezmek için yola koyulduk.
    II.yüzyılda yaşayan Hıristiyanlar Romalıların zulmünden kaçmak için Derinkuyu yeraltı şehrini inşa etmişler.Yeraltı şehrini uzun yıllar dışarı çıkılmayacak şekilde tasarlamışlar.Şaraphaneden tuvaletlere,havalandırma bacalarından manastırlara,su kuyularından toplantı odalarına kadar en ince ayrıntıları düşünmüşler ve kayaları elleriyle oyarak yeraltı şehirlerini tam 300 yılda tamamlamışlar.800 yıl süren medeniyetlerini yer altında Romalılardan kaçarak yaşamışlar.
   Sadece bir insanın geçebileceği genişliğindeki tünellerle şehirlerini birbirine bağlamışlar.Tünellerin giriş çıkışlarına güvenlik nedeniyle taş silindirler yerleştirmişler.Bu silindirler yedi kişinin döndürdüğü bir mekanizma sayesinde açılıp kapanıyormuş.
     Selim Beyin anlattığına göre,insanlar Romalılardan kaçıp yer altında yaşamaya karar verdiklerinde bütün her şeylerini,hayvanlarını bile yer altına indirmeye karar vermişler.Yanlız atları indirememişler ve dışarıda bırakmak zorunda kalmışlar.Bölgeye gelen Romalılar terkedilmiş atları görünce ganimet olarak kabullenmişler.Buraya güzel atlar diyarı anlamına gelen Katpatuka adını vermişler ve zamanla bölgenin adı Kapadokya olmuş.
    Yeraltı müzesinden dışarı çıktığımızda,o insanların nasıl yer altında yaşadıklarını hayal etmeye çalışıyordum.Hiç güneş yüzü görmeden,ölüm korkusuyla,ama o döneme göre lüks içinde tüm ihtiyaçlarını kendilerinin karşıladığı 800 yıl süren bir medeniyet, dile kolay......
      Artık akşam oluyordu.Kayseri'ye gitmemiz gerekiyordu.Rehberimizle vedalaşıp Kayseri'ye doğru yola çıktık.Akşam yemeği için Kayseri'de meşhur olan Develi cıvıklısı denilen pide tarzında bir yiyecekte karar kıldık.İncecik açılan pide hamurunun içinde satır kıymasından bir içle hazırlanan cıvıklı adının geldiği hafif ıslaklığın ne olduğunu bulamadığım nefis bir yiyecekti
       Kayseri'ye gelmişken pastırma ve sucuk almadan gitmek olmaz diyerek son olarak sucuk ve pastırma çeşitlerinin bol olduğu bir mağazadan yaptığımız alışverişle gezimizi tamamlamış olduk.
       Yarım saatlik rötarın ardından uçağımız İstanbul'a vardığında,üzerimde yirmi dört saatlik bir uykusuzluk ve iki günün yorgunluğu vardı ama mutluydum.....



 

8 Haziran 2016 Çarşamba

Gezi yazısı/Kapadokya balon turu

    Bu sabah balon turuna katılmak için saatimi 03.30 a kurmuştum heyecandan olsa gerek alarm çalmadan beş dakika önce uyandım.İyi de oldu aslında çünkü oda arkadaşım tura katılmayacaktı böylece saatin alarmıyla uykusu bölünmemiş oldu.
   Balon turuna katılacak arkadaşlarla sabah 04.00 de otel lobisinde toplanmak üzere sözleşmiştik.İlk inen ben oldum.Diğerleri de gelince tur otobüsünü beklemeye başladık.On dakikalık bir beklemeden sonra otobüs geldi.Otobüsün içinde Japon turistler ve diğer otellerden gelenler de vardı.Hep beraber ilk durağımız olan kahvaltı yapacağımız yere geldik.Biz kahvaltı yaparken balon uçuşa hazırlanıyor olmalıydı.
   Korkmuyordum ama garip bir heyecan vardı içimde...Başıma ne geleceğini bilmiyordum.Neyle karşılaşacağım ile ilgili hiç bir fikrim yoktu.O kadar balon var o kadar insan balona biniyor,bir şey olmuyor bana da olmaz diye telkinde bulunuyordum kendi kendime.27 yıldır bu bölgede balon turu yapılıyormuş ve sadece 5 kaza olmuş ,bu kazaların hepsi de pilotaj hatasından kaynaklanmış.Otel görevlisinin verdiği bir diğer bilgiye göre daha önce balonların uçup uçamayacağına balon şirketleri ve otel yetkilileri karar veriyormuş ama artık sivil havacılık bu işe el atmış ve en ufak bir esintide uçuşları iptal ediyormuş.Havadaki balon sayısına da sınırlama getirilmiş ve balon trafiği düzene sokulmuş.oluşabilecek tehlikeler en aza indirilmiş böylece.
    Bu bilgiler beni biraz rahatlatıyordu,artık uçuşun başlamasını istiyordum  ve bu deneyimi yaşamak için sabırsızlanıyordum.
    Kahvaltıdan sonra tekrar otobüse bindik ve balona bineceğimiz araziye geldik.Bir sürü balon vardı arazide.Kimi havalanmış,kimi yeni şişiriliyordu.Bizim balon ise şişmiş bizi bekliyordu.Balon sepeti yirmi kişilikti biz dokuz kişiydik.Diğerleri başka oteldeki misafirlerdi.Tek tek ve dikkatlice balona bindik.Pilotumuz inişte balonun devrilmemesi için alacağımız pozisyonu ve diğer gerekli bilgileri anlattıktan sonra alevi ateşledi ve içi sıcak havayla dolan balon havalanmaya başladı.
    Yerden ne zaman nasıl yükseldiğimiz anlamadım, etrafı seyrederken sessiz sedasız yükselmiştik bile O kadar yükseldik ki 1500 metreye kadar çıktık.Sonra alçalmaya başladık.Ağaçların tepesine balonun sepeti değdi neredeyse.Balon rüzgara göre hareket ettiğinden havadaki rüzgar akımından kaçmak için  alçalıp yükselerek rüzgardan kaçmamız gerekiyormuş.Bir ara uçuş halindeki diğer balona o kadar yaklaştık ki balonların şişkin yerleri birbirine değdi.Haliyle korkuya kapıldık.ama balon pilotumuz kendinden emin bir sesle merak etmeyin sepetler birbirine değmediği sürece sorun olmaz merak etmeyin dedi.Zaten diğer balon pilotuyla telsizden haberleşiyorlardı.
     Dünyada sadece iki yerde balon turu yapılıyor.Biri Afrika'da vahşi hayvanları doğal ortamında seyretmek için.Diğeri de Kapadokya'da bu muhteşem doğal manzarayı seyretmek için.Gerçekten harika bir manzaraydı.Güneş yeni doğduğundan etraf kızıl renge boyanmıştı.Gökyüzündeki balonlar mesafelerinden dolayı irili ufaklı görünüyordu.Aşağıda peri bacaları aralarındaki az sayıdaki ağaçlarla bir bütünlük oluşturuyordu.Şehirler ve arabalar oyuncak gibi küçücük görünüyorlardı.Havada hafif bir serinlik vardı.Artık korkum ve heyecanım kalmamıştı.Yerine bu eşsiz manzara karşısında hayranlık ve huzur yerleşmişti.Allah'ım bu bir rüya olmalıydı.
   Her rüya gibi bunun da sonu gelmişti Bir saatlik bir uçuşun ardından pilotumuz inecek müsait bir yer aramaya başladı..İniş sonrasında balonun yatıracağı yerin düz ve geniş bir arazi olması gerekiyordu.Sonunda yer bulundu balonun üzerine ineceği römork yerleşmiş pilotun usta bir manevrayla inmesini bekliyordu.Balonlar sepet büyüklüklerine göre özel hazırlanmış römorklar üzerine indiriliyordu.Böylece uçuş sonrasında balonu katlayıp taşımak kolay oluyordu.
     Pilotun verdiği talimatlar doğrultusunda sorunsuz bir şekilde balondan indik.En ufak bir dengesizlikte balon devrilebilirdi çünkü.
    İniş sonrasında adımız düzenlenen sertifikalar dağıtıldı içmek isteyenler için şampanya patlatıldı.Böylece balon turu bitmiş oldu ve tekrar tur otobüsleriyle otelimize döndük.
     Otele geldiğimizde saat sabahın yedisi idi ve herkes uyuyordu.Kahvaltıya kadar biraz uyuyup dinlenmem için bir saatlik bir vaktim vardı ama ben mutluluktan uyuyamıyordum onun yerine çektiğim fotoğraflara bakıp o heyecanı yeniden yaşamak istedim.
 



7 Haziran 2016 Salı

Gezi yazısı/Kapadokya 1.gün

    Çok sevdiğim ve her ay düzenli görüştüğüm bir arkadaş gurubunun içindeyim  yıllardır.Her sene ülkemizin doğal güzelliklerini gezmek için plan ve program yapıp,gelebilecek olanlarla yıl içinde belirlediğimiz bir tarihte,bir gece iki günlük geziler yapıyoruz. Bu sene de Kapadokya'ya gitmeye kararlaştırdık.Grup liderimiz Emine abla, nerede kalacağımızdan ne yiyeceğimize,nereyi gezeceğimizden ne kadar harcayacağımıza kadar bizi bilgilendirip,gerekli ayarlamaları altı önceden yapmıştı sağolsun.Bize sadece seyahat gününü beklemek kalmıştı.
     Hiç gelmeyecek sandığım,heyecan içinde beklediğim altı ay sonunda gelmişti.Sabah beşte havaalanında buluşmak üzere vatzap gurubundan haberleşilmişti.Her şeyi düşünen gurup liderimiz kısıtlı vaktimizi de düşünmüştü ve bavul sırası beklememek için sadece el bagajı yapmamızı istemişti.Bir gece kalacaktık ne kadar eşyaya ihtiyacımız olacaktı ki,
       Bir saatlik uçuşun ardından Kayseri havaalanına varmıştık.Bizi otele götürecek olan tabiii gurup liderimiz tarafında önceden ayarlanmış servis aracımıza binip Kayseri'den bir saatlik mesafede olan Göreme'deki otelimize vardık.



     Harman Cave Hotel Osmanlı ve Yunan tarzında, taşların arasında inşa edilmiş butik bir oteldi.Kapıda karşılayan güzel yüzlü personeller bize odalarımızı gösterdikten sonra,bavullarımızı bıraktık.Bize gezi boyunca eşlik edecek rehberimiz de gelince geziye başladık.
      İlk durağımız peribacaları idi.Rehberimiz Selim beyin anlattığına göre,Türkiye'nin sönmüş yanardağları olan Erciyes ve Hasan dağının elli milyon yıl önce patlaması sonucunda Kapadokya bölgesinde 200 metre kül ve 90 metre lav tabakası oluşmuş.Daha sonra büyük depremler sonucunca Kapadokya bölgesi tamamen sular altında kalmış.Suların çekilmesi ve zamanın o acımasız aşındırıcı etkisi ile yumuşak olan kül tabakası zarar görmüş ve aşınmaya başlamış,daha sert olan lav tabakası zamana karşı direnmiş ve kül tabakasının üzerinde şapka gibi kalmış.Böylece dünyada eşi benzeri olmayan o muhteşem doğal güzellikler oluşmuş.Bölgedeki insanlar bu oluşumu yapanların periler olduğuna inanmışlar ve adını peri bacaları koymuşlar.
     Hayretler içinde gezimiz devam ediyordu.Hayal vadisi denilen alana geldiğimizde neden hayal vadisi dendiğini canlı olarak gösterdi bize Selim Bey.Etrafınıza bakın ve peribacalarının neye benzediklerini hayal edin dedi.Kimi köpeğe, kimi ayıya, kimi gorile o kadar çok benziyordu ki hele bir tanesi sanki gerçek devenin taş olmuş hali gibiydi..Ama bu oluşumlar yüce yaratıcı sayesinde kendiliğinden oluşmuştu.Aslında peribacalarının elli yılda bir santimetre aşınma hızı vardır,ama bu doğal deve heykelini görüp fotoğraf çektirmek isteyen ziyaretçilerin yoğun ilgisi nedeniyle zamanından önce aşınmasını önlemek amacıyla devlet tarafından koruma altına alınmıştı..O kadar alanı kaplayan yüzlerce metre yükseklikteki lav ve kül tabakasını oluşturan o patlamanın şiddetini gözümde canlandırdığımda tüylerim diken diken oldu.Allah'ın büyüklüğüne bir kez daha şahit oldum.Bölgede medeniyetlerini kuran Hititler,her tarafı taşlaşmış kayalarla oluşan bu bölgede bir şekilde hayatta kalmayı başarmışlar.Bölge tamamen taş ve kayalarla kaplı olduğu için elleriyle kayaları kazarak içlerine evlerini inşa etmişler.Bölgedeki kayalar aslında çok yumuşak bir yapıya sahip ama havayla temasa geçtiğinde sertleşiyor,.İnsanlar da taşların bu özelliğini kullanarak evlerini rahatlıkla kayalar içine oyup,binlerce yıllık medeniyetlerinin izlerini günümüze kadar ulaştırmışlar.
      İkinci durağımız göreme açık hava müzesiydi.Müze kartlarımızı temin ettikten sonra rehber eşliğinde geziye başladık.Burada Hitit dönemindeki insanların evlerinin içlerini,kiliselerini,ahırlarını ziyaret ettik.Dönemin insanları bölge şartlarına öyle güzel uyum sağlamışlar ki şu zamanda,şu teknoloji ile bizim yapamayacağımız işleri,onlar taşları elleriyle oyarak yapmışlar.
   Kilise ziyaretimizde rahiplerin ölülerini gördük,toprağa gömmeyip cam bir mezarda muhafaza ediliyordu ve kemikler açıktaydı.
    Yemekhane bölümünde,odanın zeminine oyularak inşa edilmiş upuzun taş bir masa ve gene oyularak inşa edilmiş sıra şeklinde sandalye olarak kullandıklarını tahmin ettiğimiz yapılar vardı.
     Mutfak bölümünün ortasında tandır ve ateş yakmak için kullandıkları kuyu şeklinde bir oyuk vardı.Buranın mutfak bölümü olduğunu ateş yakıldığında tavanda oluşan siyah kömür izinden anlıyorduk..Ayrıca duvar içlerine tabak ve çanaklarını koymak için küçük küçük nişler oymuşlardı.
     Erzak depoları yapının en serin yerindeydi.Ahır bölümü girişe yakındı.Hayvan dışkılarını yakacak olarak kullanıyorlardı.
     Müzenin en görkemli ve büyük alanları kilise için ayrılmıştı.Daha yüksek ve geniş bölümlerden oluşuyordu.O dönemin insanları okuma bilmediğinden incili anlamanın tek yolu resimlere bakmaktı bunun için duvarlara Hristiyanlığı ve Hz.İsa'yı anlatan resimler yapmışlardı.Bu resimlere frensk deniliyordu ve yaş alçı üzerine kök boyalarıyla taş duvarlara çizilmişti.Bin yıllık tarihi olan bu resimler günümüze gelene kadar tahrip olmuştu.Osmanlı döneminde insan suretinin günah sayıldığı zamanlarda tahrip edildiği tahmin ediliyordu çünkü bütün resimleri yüzleri ve gözleri oyulmuştu.
     Üçüncü durağımız bir çömlek yapımı atölyesiydi.Bölgenin tek geçim kaynağı çömlekçilikti.Bu çömlekler günümüzde artık elektirikli tezgahlarla yapılıyor.Ama ziyaretçiler için göstermelik tezgahlar bulunuyordu.Biz de bu tezgahlardan birine misafir olduk.O çamurun dönerek sanki dans eder gibi ahenk içerisinde ustanın istediği eşyalara dönüşünü hayretle izledik.Hatta ben deneme şansı bile buldum ama hiçte öyle göründüğü gibi kolay değilmiş.Babadan oğula,ustadan çırağa geçen bu zanaat inşallah unutulmaz yıllar boyunca sürüp gider.
      Artık yorulmuştuk üstelik acıkmıştık.Madem çömlek diyarındayız Eee çömlek kebabı yemeden olmaz tabiii.İntenetten en güzel çömlek kebabı yapan lokantadan yer ayırttıktan sonra kısa bir dinlenme molası için otelimize geri döndük.
      Yemek için Ürgüp'te yer ayırttığımız Şömine restorana gittik.Masalarımız lokantanın bahçesinde hazırlanmıştı.Önce mercimek çorbası geldi fakat değişik hoş bir tadı vardı.Garsondan öğrendiğimize göre içine zencefil katılmıştı  ve bu çorbaya çok hoş bir aroma vermişti.Eve dönünce yapacağım ilk mercimek çorbasına zencefil eklemeye karar verdim.Nihayet beklediğimiz çömlek kebabımız servis için hazırdı.Sadece hava almasın ve pişerken lezzeti kaybolmasın diye çömleklerin ağzına kapatılan hamurlu kısmı sert bir bıçak darbesiyle açıp kırmak kalmıştı.Lokanta çalışanları bunu bir şova dönüştürmüşlerdi ve misafirlerden bu işi yapmalarını istiyorlardı.Tabi gene ben gönüllü oldum ve tek darbeyle çömleği kırıp o leziz yemeği tattım.

 Yemeklerimizi de yemiştik artık dinlenmeye ihtiyacımız vardı.Yarın sabah gün doğmadan önce kalkıp balon turu yapacaktık.Bunun için erkenden yatmamız gerekiyordu.Ama ben heyecandan uyuyabilecek miydim bilmiyordum.
     Balon seyahatimizi ve gezimizin devamını diğer yazıda okuyabilirsiniz.Şimdilik hoşçakalın

2 Haziran 2016 Perşembe

aslan oğlum benim

            

     İlk bebeğimizi kaybetmenin hayal kırıklığını ikinci bebeğimizle onarmaya çalışıyorduk.Hayatımızın odağına koymuştuk Onu,Onunla seviniyor,Onunla üzülüyorduk.Taaa ki ikinci bebek haberini alana kadar.Ama nasıl olacaktı,daha beş aylıktı bebeğim,daha çok erkendi....Aslında hep iki çocuğum olsun istemiştim.Hayatta bir kardeşi olmalıydı insanın,anneliğin o müthiş güzelliğini tattıktan sonra beraberinde gelen zorluklara tekrar göğüs geremeyip,üzerlerine titreyen çocuklarını hayatta yalnız başlarına bırakmak bencillik gibi gelmiştir bana.Ama daha beş aylık bir oğlum vardı,henüz çok erkendi,hele bi üç yaşına gelsindi .Ben sevemeyeceğim galiba bu bebeği diye düşünmeye başlamıştım...Daha birinciye doyamadan sevgim mi bölünecekti şimdi?Ama bilmediğim birşey vardı,on tane çocuğunuz olsa onbirinciye bile sevgisi yetermiş annelerin,annelik böyle birşeymiş işte.

      İkinci bebek fikrine alışınca,oldu madem kız olsa keşke demeye başladım.Bir oğlum vardı zaten bir de kız bebek fena olmazdı hani:)Cinsiyeti öğrenmeye gittiğimiz o gün çok heyecanlıydım.İnşallah kız olur Allahım diye dua  ediyordum.Doktor hanım ultrason muayenesinden sonra:Bir oğlunuz daha olacak ama bacakları gelişememiş görünüyor.Haftaya geniş kapsamlı bir renkli ultrason çektirip tekrar görüşelim dediğinde Allaha isyan etmiş gibi hissetmiştim kendimi ve başımdan aşağı kaynar sular döküldü.Kız olsun diye dua edeceğime neden sağlıklı olsun diye dua etmemiştim ki...

     Endişe dolu bir hafta geçirmiştik.Başka bir merkeze başka bir doktora gitmiştik.Ayşegül adında yüzünü artık hatırlamadığım çok tatlı bir doktor muayene etmişti beni ve artık düzenli olarak her hafta ona emanettim.ultrason sonucunda bacak boyunun bedene oranla bir iki cm kısa olduğu ortaya çıkmıştı.Ama henüz sorun mu değil mi bilmiyorduk.Çok tatlı Ayşegül hanımın açıkladığına göre, eğer düzenli kontrollerde bacaklarda kendi oranında gelişiyorsa sorun yoktu.Ama bacak gelişmeyip sadece beden gelişiyorsa işte o zaman endişelenmeliymişiz.İskandinavya ülkelerinde ki insanları düşünün,genetik olarak hepsi mavi gözlüdür.Aralarından bazıları kahverengi gözlü doğdu diye sorunlu diyemeyiz değil mi?İşte sizin oğlunuz da bacak boyu diğer insanlara göre beden boyundan biraz kısa olacak ama bu sakat doğacak anlamına gelmiyor,muhtemelen genetik bir durumdur;dedi ve oğlunuz sağlıklı görünüyor ancak 2 650 gr. doğacak diye de ekledi.

    Doğum zamanı gelip çatmıştı.Zor bir hamilelikti benim için çünkü ilgiye ve anne kucağına ihtiyacı olan ve daha kendisi bebek olduğu halde zorunlu olarak abilik görevi verilmiş bir oğlum vardı.Dosdoğru dinlenemiyordum ve en üzücü olanı da oğlumu her istediğinde kucağıma alamıyordum.

     Doğum için Ümraniye'deki özel Afiyet hastanesine karar vermiştik.Orkide Sancı adındaki doktoru önermişlerdi.İlk doğum sezeryan olduğu ve iki hamilelik arasında çok az bir zaman olduğu için tekrar sezaryana karar verilmişti..ilk sezaryanımda aklımda sadece kucağıma alacağım oğlumun heyacanı vardı.Ama şimdi ameliyata girerken geride bıraktığım oğlum vardı aklımda.Ya ameliyattan sağ çıkamazsam o masum bebek ne olacaktı?Bu düşüncelerle ve gözümde yaşlarla girdim ameliyata

    Sezaryan bitip gözlerimi açtığımda bebeğimi kucağıma almak istedim.ama küveze koymuşlardı.Neden noldu yoksa gene mi korkusu tekrar kendini göstermişti.Solunumu düzensizmiş kontrol içinmiş endişenmeme gerek yokmuş ama gel onu sen bana anlat....

     Allahıma çok şükür sorunsuz çıktık hem küvezden hem hastaneden.Ama yenidoğan sarılığı denen bir sarılığa yakalanmıştı bebeğimiz.Üst seviyede değildi  takip şartıyla taburcu etmişlerdi.Eve gittiğimiz gece sarılığı yükseldi ve apar topar tekrar hastaneye gittik.O zaman sigortamız işleme konmadığında yararlamıyorduk.(şimdiki gibi değil tabiii sağlık işleyişi) bizi acil olarak göztepe ssk hastanesine yönlendirdiler.Yanımda annem eşim ve 14 aylık oğlumuzla göztepe ssk nın çocuk aciline gittik.Ben neden acilden giriyoruz ki normal kapıdan girelim diyorum.Tabii eşime çabuk yetiştirin bebeği kaybedebilirsiniz sarılığı çok üst seviyede dediklerinden haberim yok.Oradan da elimiz boş döndük. acilden girdiğimiz için ilk müdahale yapıldı ve sigortanız olmadığı için daha fazla bir işlem yapamayacaklarını ve doğduğu hastaneye geri gitmemiz gerektiği söylendi.Tekrar düştük yollara ve artık işin ciddiyetini bende anlamıştım.Afiyet hastanesine geri geldiğimizde masrafları karşılayabileceğimize dair bir kağıt imzalatıp tedaviye başladılar.Ve benim minik oğlum üzerinde sadece alt bezi olduğu halde küveze konuldu ve gözleri zarar görmesin diye siyah bir bantla kapatılıp mavi ışığın altında adına fototerapi dedikleri bir tedaviye başlandı.

   Üç gün süren tedavi boyunca günde üç kere anne sütü vermeye Maltepe'den  Ümraniye'ye gidiyorduk.Her seferinde sütü sağıp bebeğe hemşirelerin belirlediği saatte onlar veriyorlardı.Ben de bebeğimi görebiliyordum böylece.

    Haaa. bu arada yazmayı unuttum....2650gr dan fazla doğmaz dedikleri bebeğim 3950gr. dünyaya gelince başta çok tatlı Ayşegül Hanım olmak üzere herkesi şaşırtmıştı.Aslan oğlum benim.

    VEE... doğduğu gün herkesi şaşırtıp aynı zamanda korkutan aslan oğlum şimdi büyüdü de reşit oluyor
.Hep mutluluk ve gurur verdin bana,hep hareketliydin ama asla çok yaramaz bir çocuk olmadın.Asla hayal kırıklığı yaşatmadın bana,Seni çok seviyorum dünyanın en kafa dengi çocuğu....İyi ki doğdun iyi ki benim çocuğum oldun.....DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN.........